4 Ocak 2011 Salı

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Eserleri

Yazarın eserlerinden bazıları şunlardır:
Başlıca Romanları; Kiralık Konak(1922), Nur Baba (1922), Hüküm Gecesi (1927), Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1932), Ankara (1934), Bir Sürgün (1937), Panaroma (1953-1954), Zoraki Diplomat (1955), Hep O Şarkı (1956).
Başlıca Öyküleri; Bir Serencam (1914), Rahmet (1923), Milli Savaş Hikâyeleri (1947).
Başlıca Anıları; Zoraki Diplomat (1955), Anamın Kitabı (1957), Vatan Yolunda (1958), Politikada 45 Yıl (1968), Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969)

Yakup Kadri'nin Yazmaya Başladığı Romanın İsminde Hangi Yazar Roman Yazdı?

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Milli Mücadele yıllarında Ateşten Gömlek isimli bir roman yazmaya başlamıştır. Bu sıralarda Halide Edip Adıvar Hilal-i Ahmer'de hemşirelik yapmaktadır. Savaşta yaralanan askerleri hayata döndürdüğü günlerde çevresinden ilham alarak Ateşten Gömlek adlı bir kitap yazmaya başlar. Yakup Kadri ise daha önceden bu isimle bir roman yazmaya başlamıştır bile. Fakat bu ismin kendi yazmaya başladığı kitap için biçilmiş kaftan olduğunu anlayan Halide Edip, Yakup Kadri'yi ikna ederek kendi kitabına bu ismi verir. [1]


[1] Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, Can Yayınları, İstanbul 2007.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Romanlarından Sodom ve Gomore'nin İncelemesi

SODOM VE GOMORE


  1. GİRİŞ

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sodom ve Gomore[1] adlı romanını 1927-1928 yıllarında yazmıştır. Sodom ve Gomore romanı; I.Dünya Savaşı sonrasında, işgal altındaki İstanbul’un yüksek sosyetesinin ilişkilerini konu almaktadır. Bu çalışma boyunca ilk olarak; eserin kısa bir özeti verilecektir. Daha sonra ise;  eser sosyolojik bir bakış açısıyla incelenecek ve değerlendirilecektir.

  1. ÖZET
I.Dünya Savaşı sonrasında, işgal altındaki İstanbul, Anadolu’dan kopuk ayrı bir ülke gibidir. Bu mütareke yılları içerisinde İstanbul, İtilaf Devletleri askerleri olan İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan askerler, bu askerleri kendisine dost bilen İstanbul sosyetesi ve bu sosyete dışında kalan, belki de mütarekeden en fazla etkilenen alt-sınıf insanları olarak üçe ayrılmıştır.
İçerisinde pek çok milletten insanı bulunduran İstanbul sosyetesi, İtilaf Devletleri askerlerine karşı büyük bir hayranlık içerisindedir. Bu askerlerin yakışıklılığı, üzerilerinde taşıdıkları üniforma ve bu üniformanın temsil ettiği güç, İstanbul kadınlarının başını döndürmektedir. Bu askerlerle birlikte görülmek, sosyete kadınları için bir gösteriş, bir sınıf atlama aracıdır. Bu askerlerin büyüsüne kapılan kadınlardan biri de Leyla’dır.
Dayısının oğlu Necdet ile nişanlı olan ve ona büyük bir ihtirasla bağlı olan Leyla, sosyetedeki önemli konumu sebebiyle Captain Gerald Jackson Read’e karşı da duygusal hisler beslemektedir. Aşık olduğu adam ile sosyetedeki yeri arasında kalan Leyla, bir türlü bu iki adam arasında seçim yapamamaktadır. Bu seçimi yapabilmek için yaşadığı iç çatışmaların yanı sıra, sosyetenin diğer kadınları ile de bir savaş içerisine girmiştir.
Eserin sonlarına doğru sosyetedeki atışmaların getirdiği sinir buhranları ve Anadolu’daki milli mücadele hareketlerinin güçlenmesiyle değişen İstanbul sonucunda Leyla, ne Captain Gerald Jackson Read’e karşı duygular beslediğinin ne de Necdet’in kendisine beslediği büyük aşkın devam ettiğinin farkına varmıştır.
Sonuç olarak; içindeki iyi veya kötü insanlara bakılmaksızın lanetlenmiş bir şehir olan İstanbul, kötülerden arınılması için yakılan, milli mücadele yangınıyla temizlenme yolunda önemli adımların atıldığı bir şehir olmuştur. Artık İtilaf Devletleri askerleri, kendilerine karşı büyük sempati besleyen sosyete insanlarının, kendilerini arayıp sormadığını, kapıları yüzlerine çarptıklarını gördüklerinde tek çareyi, şarkın yalancı büyüsünden kurtulup vatanlarına dönmekte bulmuşlardır.

  1. ESERİN SOSYOLOJİK OLARAK İNCELENMESİ

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun yazmış olduğu Sodom ve Gomore adlı romanı sosyolojik açıdan inceleyebilmek için öncelikle dönemin siyasi yapısı hakkında kısa bir bilgi vermenin gerekli olduğu kanaatindeyim. Yakup Kadri, eserin içinde birkaç yerde yaşanılan olayların 1920 yılında olduğunu ve anlatılan sürecin dört yıllık bir zaman dilimini konu aldığını belirtmektedir. Bu yıllarda yaşanılanlara bakacak olursak; 1920 yılında, 1.Dünya Savaşı biteli iki yıl olmuş, Osmanlı İmparatorluğu İtilaf Devletleri ile “Türk milletini yok sayan”[2] bir antlaşma olan Sevr Barış Antlaşmasını imzalamıştır. İmzalanan bu anlaşma ile ortada Osmanlı İmparatorluğu, diye bir şey kalmamış ve İtilaf Devletleri, Türkleri çok zor durumda bırakmışlardır. Milli mücadele başlayıp, Yeni Türk Devleti kurulana kadar Osmanlı bir esaret dönemi geçirmiştir.
Romana dönecek olursak, Sodom ve Gomore yalnızca İstanbul’da olan olayları konu almamaktadır. “Pasif bir aydın”[3] olan Necdet’in, Anadolu’da milli harekete katılmış ve orduya katılmaktan dolayı büyük bir gurur duyan arkadaşı Cemil Kâmi sayesinde,  arada sırada Anadolu’da gerçekleşen olaylara dair bilgiler de İstanbul halkına dolayısıyla da okuyucuya aktarılmaktadır.
            Osmanlı’nın bu esaret döneminde İstanbul sosyetesinin tutumu yazar için “tiksindirici”[4] bir durumdur. Romanda Yakup Kadri, İstanbul’un yozlaşmış mondesini (sosyete) gözler önüne sermektedir. İstanbul sosyetesine baktığımızda, her milletten insanın var olduğunu görmekteyiz. Bu insanlar, entelektüel bir kesimi oluşturmaktadırlar. Tanzimat’tan bu yana Batı’ya dönük, eğitimli kesimin Fransızca öğrenme istediğinin yanında, bu yılların entelektüel kesimi İngilizce öğrenmeyi de kendine görev edinmiştir. İngilizce öğrenmek istemelerinin en büyük sebebi belki de sosyete toplantılarında karşılaştıkları İngiliz subaylarını kendilerine yakınlaştırmaktır. Yalnız eleştirilmesi gereken nokta; bu denli kendilerini İngiliz diline kaptırarak, dilde yozlaşmaya sebep olmalarıdır. Eserin birkaç yerinde iki Türk sohbet ederken, bazı terimleri İngilizce olarak söylemektedir.  Örneğin, Necdet ile kolejli bir genç kız olan Nermin arasında geçen sohbete göz atalım:

(Nermin) – Hayır, maksadım İngilizleri savunmak değildi. Burada şimdi bu çamaşır ve çeyiz bahislerinin ne lüzumu var!
 (Necdet) – Ya bu akşam fırsat bulunsaydı; Dickinson Wright’a bunu açacak değil miydiniz?
 (Nermin) – Belki annem açmak isteyecekti, fakat ben mani olacaktım.
 (Necdet) – Niçin?
 (Nermin) – Çünkü, bir insanın hususi hayatına dair başkalarına bu kadar tafsilat vermesini “shocking” buluyorum.”[5]

Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi adlı romanında da, dilde yozlaşma konusu büyük bir sorundur. Bu dilde yozlaşmanın yanı sıra; toplumun bu kesiminin yaşayış tarzında da büyük yozlaşmalar göze çarpmaktadır. Bunu açıklamak için İstanbul sosyetesinin genel yaşayış tarzına dair bilgiler vermek gerekmektedir. Monde’nin içinde bulunan insanlar birbirleri arasında sanki bir anlaşma içerisinde gibidirler. Bu insanlar birbirilerinden açıkça nefret ettikleri halde, asla bunu dile getirmemektedirler. Bu durum, özellikle kadınlar arasında görülmektedir. Sosyete kadınları, mondenin en gözdesi olmak adına, büyük bir savaş içerisindedirler. Bu savaş öyle bir savaştır ki; aslında evli veya nişanlı olan bu kadınlar, bu durumlarını herkes bildiği halde hiç umursamayarak, en tanınmış İngiliz veya Fransız askerlerini elde etmek için uğraşmaktadırlar. Bu uğraşlar yolunda, askerlerle ilişki kurmaya gayret etmektedirler.
Az önce de belirttiğim gibi, eserde cinsellik de konu olarak işlenmektedir. Yakup Kadri, cinselliği sadece kadın-erkek ilişkisi olarak değil, homoseksüel ilişki olarak da ele almıştır. Sosyetenin gözde isimlerinden Captain Marlow bir homoseksüeldir. Captain Marlow’un, Türkiye’ye gelmesinin asıl amacını da yazar eserde şu şekilde dile getirmiştir;
“Halbuki, o Türkiye’ye büsbütün başka huylalar ve ümitlerle gelmişti. O, yarı vahşi, yağız yüzlü Türk erkeklerinin elinde bir kız gibi hırpalanıp didiklenmek istiyordu.”[6]
Captain Marlow, bir dönem Azize Hanım’ın kocası Atıf Bey’le bir ilişki yaşasa da bu ilişki kısa sürmüştür. Bunun üzerine, yeni arayışlar içinde İstanbul’un gizli olduğu söylenilen; ama neredeyse herkes tarafından bilinen mekanlarına gitmeye başlamıştır. Bunun yanında, kolejli genç kız Nermin de Amerikalı gazeteci Miss Fanny Moore ile bir ilişki yaşamaktadır. Bu ilişkisini gizleme gereği duymayan genç kız, romanın sonunda Miss Fanny Moore ile birlikte ülkeden kaçmıştır. Bu gibi homoseksüel ilişkiler eser içinde bir tek Necdet ve arkadaşı Cemil Kâmi’yi rahatsız etmektedir. Diğer karakterler bu durumu normal olarak karşılamaktadırlar. Bunun yanında, İstanbul alemlerinde boy göstermesiyle ünlü olan Major Will adlı karakter, yeni aldığı eve öyle bir oda yaptırır ki; bu odanın cinsel ilişki sırasında partneri tahrik edici bir takım yardımcı unsurlarla dolu olduğu görülmektedir. Kadınlara gösterilmeyen bu oda, erkeklerce cennet olarak tabir edilmektedir. Az sonra görülür ki verilen parti esnasında, Nermin ve Miss Fanny Moore bu odaya çıkmış ve bir ilişki yaşamışlardır.
Eserde, sosyete insanları arasında pek çok defa çay partileri yapıldığını görmekteyiz. Bu partiler genellikler akşam vakitlerinde yapılmakta ve mutlaka alkollü içecekler servis edilmektedir. Sosyetede insanlar varlıklarını sürdürebilmek için bu tarz partiler vermek zorundadır. Örneğin; evi İtilaf devletleri askerleri tarafından el konulan Makbule Hanım ve Hayri Bey, evlerinde bu tarz partiler veremedikleri için kısa zamanda sosyeteden atılmışlardır. Sosyetede bu tarz partilerin yanı sıra; at gezintileri, yat partileri, tayyare gezintileri, Çanakkale’de sakatlanan Fransız askerleri yararına konserler, “büyük dinerler”[7] ve küçük gece toplantıları yapılmaktadır. Türk insanlarının Fransız askerleri yararına düzenlenen bir konsere gitmeleri de yozlaşmanın bir diğer göstergesidir.
Romandaki kadın karakterler hakkında bilgi verecek olursak; daha önceki dönemlerde yazılmış romanlarda görülmedik roman karakterleri olduklarını görüyoruz. Leyla’ya bakacak olursak eğer, yaşının yirmi beş olduğunu ve sosyetedeki yeri ile ilgilenmekten, evlenmek gibi bir kaygısı olmadığını görmekteyiz. Leyla, romanın sonunda Necdet tarafından istenilmediğini anlayana kadar bir, evde kalmışlık duygusu hissetmemiştir. Bunun yanında romandaki kadınlar, erkeklerle eşit hatta onlardan daha üstün konumdadırlar. Yine Leyla’dan örnek verecek olursak, onun inatçı bir kız olduğunu, kavgada hep onun ağır bastığını, Necdet’e istediğini yaptırdığını görmekteyiz. Bunu Necdet’in pasifliğine ve Leyla’ya olan büyük aşkına bağlayabiliriz; ancak romanın diğer erkek karakterlerine bakıldığında da aynı pasiflik ve söz dinleyiciliğin söz konusu olduğunu görmekteyiz. Buna ek olarak; romanın bir bölümünde Amerikalı gazeteci Miss Fanny Moore ile Necdet arasında geçen sohbette, değişen evlilik kurumu kuralları ile ilgili fikirler görmekteyiz:
(F. Moore) – Hişt! Bana baksanıza, eski tarz evlenmeleriniz bu şimdikinden çok daha hoş değil miydi? Doğru söyleyin!..
 (Necdet):
-          Nasıl ?
-          Bana hikaye ettiler ki, eskiden Türkler, gerdek gecesine kadar alacakları kızın yüzünü görmezlermiş. Daha doğrusu kızı erkek adına başkaları seçer, sözü başkaları keser, düğün hazırlıklarını başkaları yapar ve günün birinde gelinle güvey bir yatak odasının içinde buluşuverirlermiş. Ne hoş, ne heyecan verici, ne heyecanlı, ne esrarlı bir buluşma… Eğer Türkiye’de henüz bu adet geçseydi ben ne yapıp yapar, mutlaka burada evlenirdim.
Amerikalı kız bütün bu lakırdıları bir kuş cıvıltısını andıran tuhaf, fakat tatlı Fransızcayla anlatıyordu. Necdet bir şey söylemiş olmak için dedi ki:
-          Lakin bu tarz evlenmenin mahzurları, daha doğrusu tehlikeleri pek çoktur.
-          Mesela?
-          Mesela hiç görüşmeden, tanışmadan birleşen bu çiftler birbirlerini hiç sevmeyebilirlerdi.”[8]
Burada yazar, Amerikalı veya Avrupalı insanların şark hayatı hakkındaki bilgilerini okuyucuya sunarken, bir yandan da görücü usulü evlenme hakkındaki düşüncelerini Necdet aracılığıyla bildirmektedir.
Bu romandaki bir başka önemli nokta da toplumda insanların sınıflandırılışıdır. Eserden anlaşıldığı gibi, o dönemlerde toplumda; İngilizler en üst sınıftır. İngilizlerden sonra Fransız ve İtalyan askerleri gelmektedir. Buna ek, olarak İstanbullu Türkler eğer sosyeteye mensup ise, İngilizlerle bir nevi eşit tutulmaktadırlar. Sosyete dışındaki Türk insanı ise; İngilizlere boyun eğmek zorundadır. Bunu yazar, romanda şu bölümde gözler önüne sermektedir;
Bu bölümde, Necdet arkadaşı Cemil Kâmi ile birlikte Moskovit denilen bir eğlence mekanına gider. Bu mekanda İngiliz subaylarla karşılaşırlar. Masaya oturduklarında bir İngiliz subayı Necdet’ten fesini çıkarmasını ister. Necdet askere “bunu ne hakla istediğini” sorduğunda asker ona “Bir galip hakkıyla” diye cevap verir ve ilave eder;
“- Hem, hem bir Türk’ün bir İngiliz’e sual sorması iğrenç bir küstahlıktır…”[9]
Burada yine Hüküm Gecesi adlı romana dönmek gerekmektedir. Yakup Kadri, Hüküm Gecesi adlı eserinde Türk olmayanlara verilen imtiyazlar üzerinde durmuştur. Bu eserde ise; savaş sebebiyle artık zorunluluk haline gelen bu imtiyazların vardığı noktayı gözler önüne sermektedir.
            Romandaki son ve en önemli nokta da Avrupalıların, Türkiye’ye ve Türk insanına karşı bakışıdır. Türkiye’yi Pierre Loti’nin kitaplarından öğrenmiş Fransızlar, sağdan soldan şark hayatının büyüsünü öğrenmiş İngilizler, bu ülkeye duyduklarını görmeye hatta uygulamaya gelmişlerdir. Buraya geldiklerinde bulduklarını ise, Captain Gerald Jackson Read şu şekilde anlatmaktadır;
            “(Leyla’dan haber almak için evine gittiğinde kapıdan sokulmayınca, Türk insanları hakkında) Şimdi bu hali yalnız hor görerek ve küçümseyerek karşılıyorum ve bütün bu davranışları bir çeşit medeni terbiye eksikliğine veriyorum. Başarı ve itibar devrinde bir insanın kulu kölesi olmak, sonra nikbet ve düşkünlük zamanında ondan bu tarzda yüz çevirmek herhangi bir faziletli insanın yapacağı iş değildir. Meğer Türklerin en az bildikleri şey centilmenlikmiş…[10]
           
(Türk kadınları için) Bu kadınlar da mukaddes vatan kapısının anahtarıyla bir oyuncak gibi oynayan ve namuslarını yok pahasına yabancılara satan birtakım beyinsiz mahluklardır.[11]
          
            Bu kızların da papağandan hiç farkı yok. Manasını pek iyi anlamaksızın birtakım İngilizce, Fransızca kelimeler öğrenmişler, bunları henüz tamamıyla açılmamış kafeslerinin arkasından haykırıp duruyorlar.[12]
            Ayrıca, eserin bazı bölümlerinde Yakup Kadri, Necdet’in ağzından okuyucuya, işgalcilerin İstanbul’a ne büyük felaketler getirdiklerini anlatmıştır. Bu bölümlerde; düşmanın evlerine hatta yataklarına kadar girdiğini, sevgililerini ellerinden alıp onlara gözleri önünde istediklerini yaptıklarını, kızı kızla, erkeği erkekle kızıştırdıklarını vurgulamaktadır. Sonuç olarak diyebiliriz ki; Hüküm Gecesi adlı romanda, Batı kültürünün İstanbul’da etkileri üzerine, Türk kültüründeki bozulmaları satır aralarında belirten Yakup Kadri’nin, Sodom ve Gomore romanının bütününde bu düşüncesini okuyucuya bir tenkit olarak aktarmış olduğunu görmekteyiz.



  1. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun okuyucusuna göstermek istediği; işgalcilerin eserde anlatılan tüm olayları yaparken aslında yaşadıkları toplumda, bunu yapmalarına izin verecek bir sosyete sınıfının bulunuyor olmasıdır. Bu yozlaşmış sınıftan işgalcilerin arkalarına baktıklarında gördükleri “Türklerin birtakım beyinsiz mahluklar”[13] olduğudur. Yakup Kadri’nin bu romanda üstünde durduğu ve romana adını veren düşünce de buradan çıkmıştır. Tanrıların iyisine kötüsüne bakmadan Sodom ve Gomore gibi cezalandırdığı bu şehir, sonunda Avrupalılar’ın iyisine kötüsüne bakmadan “beyinsiz mahluklar”[14] olarak adlandırdığı insanlar yığını olarak akıllarda kalmıştır. Sonuç olarak diyebiliriz ki; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sodom ve Gomore adlı eserinde sosyal unsurları fazlasıyla kullanmıştır.

İREM YILMAZ


[1] Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Sodom ve Gomore, Hâmit Matbaası, İstanbul, 1928
  Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Sodom ve Gomore, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009 (İnceleme boyunca bu eserden alıntılar yapılacaktır.)
[2] Prof.Dr.Cemil Öztürk(Editör), İmparatorluktan Ulus Devlete Türk İnkilâp Tarihi, Pegem A Yayıncılık, Ankara, 2005, s:135
[3] İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı adlı kitabında Necdet’i bu şekilde ele almıştır. (sayfa: 258)
[4] İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı adlı kitabında Yakup Kadri’nin romandaki tutumunu bu şekilde açıklar. (sayfa: 258)
[5] Karaosmanoğlu, a.g.e., 28
[6] Karaosmanoğlu, a.g.e., 150
[7] Karaosmanoğlu, a.g.e., 212
[8] Karaosmanoğlu, a.g.e., 57-58
[9] Karaosmanoğlu, a.g.e., 76-77
[10] Karaosmanoğlu, a.g.e., 276
[11] Karaosmanoğlu, a.g.e., 271
[12] Karaosmanoğlu, a.g.e., 279
[13] Karaosmanoğlu, a.g.e., 271
[14] Karaosmanoğlu, a.g.e., 271

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU



1.       YAZARIN HAYATI, SANAT ANLAYIŞI, EDEBİ KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ
Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1889 yılında Kahire’de doğmuştur. Babası Karaosmanoğlu Abdülkadir Bey, annesi İkbal Hanım’dır. Yazarın bir ablası vardır. Yakup Kadri, altı yaşına kadar Mısır’da refah bir hayat sürmüştür. Mısır’da saray gibi bir evde büyümüştür. Yazarın annesi İkbal Hanım, bir cariyedir ve babasının ikinci eşidir. Yakup Kadri, annesinin ve ailesinin yaşadıklarını Anamın Kitabı(1957) adlı anı türündeki eserinde bütün ayrıntılarıyla anlatmaktadır. Yazar, Mısır’da geçirdiği altı yılın ardından yaşanan bir takım sıkıntılar yüzünden ailesiyle birlikte Manisa’ya dönmüştür. Yakup Kadri, ilk ve orta öğretimini Manisa, İzmir ve Kahire’de yapmıştır. Önce Feyziye Mektebine, burada iki yıl okuduktan sonra İzmir İdadisi’ne, daha sonra da Frére’ler okuluna gitmiştir.  Yükseköğrenimini yapmak için yazıldığı Hukuk bölümünü ise üç yıl okuduktan sonra yarıda bırakmış, öğrenimini tamamlayamamıştır.
Yakup Kadri, 1908 yılında dönmüş olduğu İstanbul’da arkadaşı Şehabeddin Süleyman ile Ümîd(1908) adında bir edebiyat dergisi çıkartmıştır. 1909 yılında da Fecr-i Âtî hareketine katılmıştır. Bu tarihten itibaren yazmaya başladığı çeşitli yazılarını Servet-i Fünun, Resimli Kitab, Rübâb ve Yeni Mecmua gibi dergilerde ve Peyam, İkdam gibi gazetelerde yayımlamıştır. Yakup Kadri’nin ilk yazısı, bir piyes olan Nirvana’dır. Bu eser Resimli Kitap dergisinde yayımlanmıştır. 1921 yılında “Anadolu Mezalimini Tahkik Komisyonu”ndaki görevi nedeniyle Anadolu’ya gitmiştir. İşte bu dönemde yazar, ilk zamanlarda benimsediği Fecr-i Âtî topluluğunun sanat anlayışından uzaklaşarak, Milli Edebiyat akımının etkisine girmiştir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1916 yılında tüberküloz hastalığının tedavisi için İsviçre’ye gitmiştir. 1919 yılında İsviçre’den dönen yazar İkdam gazetesinde yazmaya başlamıştır. Yakup Kadri, 1923 yılında Mutasarrıf Asaf Bey’in kızı Leman Hanım’la evlenmiştir. Yazar, 1926 yılında ikinci kez tedavi için İsviçre’ye gitmiş, burada yazmış olduğu yazıları Alp Dağlarından başlığı altında toplayıp İstanbul’a basılması için göndermiştir. Daha sonra “… sanatla politikayı birleştirmek gayesi ile çıkarılan, Kadro dergisinin yazarları arasına katıldı.”[1] “İktisadi devletçilik ve sosyal siyaset ilkelerini savunan dergi, üç yıl süren yayın hayatının ardından Yakup Kadri’nin, 1934’te elçilik görevine atanması nedeniyle kapanır.”[2] Yakup Kadri 1935 yılından sonra milletvekilliği, Tiran, Prag, Lahey ve Tahran elçilikleri görevlerinde bulunmuştur. Son olarak ise; Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu başkanlığı yapmıştır. 13 Aralık 1974 yılında da Ankara’da ölmüştür.  
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, edebi yaşantısının ilk dönemlerinde üyesi olduğu Fecr-i Âtî topluluğunun “sanat sanat içindir” görüşünü benimsemiş ve tamamen ferdiyetçi bir sanat anlayışıyla eserler vermiştir. (Hatıraları bu anlayışla yazılmış eserlerine örnek olarak gösterilebilinir.) I. Dünya Savaşı sonrasında ise; Yakup Kadri yeni bir akımı benimsemiştir. Bu da, Milli Edebiyat akımıdır. Yazar, daha Anadolu’ya gitmeden Milli Mücadeleyi destekleyen yazılar ve hikâyeler yazmaya başlamıştır. “Yakup Kadri, 1921’de Ankara’ya çağırılır, burada Millî Mücadelenin ileri gelenleriyle tanışma imkânı bulur.”[3]Anadolu’da gördükleri onu çok etkilemiştir. “Böylece Millî Edebiyat hareketine katılmış olan yazar, yenilgi ile biten savaşın acılarını unutabilmek için, bir ara, romantizmle karışık bir mistisizme gömüldü. Erenlerin Bağından (1919), adlı nesirler dizisi bu psikolojinin ifadesidir.”[4] Yazarın Nur Baba adlı eserinde de, bu psikolojinin belirtilerinin olduğu söylenebilmektedir. İstanbul’un işgalinden sonra ise, yazar büyük bir ümitsizliğe düşer ve Kenan Akyüz’ün deyimiyle “tam bir egoizm içinde, kendisini maddi hazlara bırakır.”[5] Milli Mücadele’nin başarıya ulaşmasıyla da içinde bulunduğu bu karamsarlıktan kurtulmuştur.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu Türk Edebiyatı açısından oldukça önemli bir isimdir. Özellikle Milli Mücadele’yi konu alan romanlarıyla ön plana çıkmıştır. Ali Budak’a göre Yakup Kadri’nin “romanını besleyen kaynaklar, yazarın özel hayatı, duygu, fikir ve hatıraları ile toplumun geçirdiği tarihi dönemleri ve büyük hadiselerdir.”[6] Yani eserlerinde toplumun ve yazarın hayatının izlerine rastlanmaktadır. Behçet Necatigil’e göre Yakup Kadri, “tarih ve toplum olaylarından her birini bir romanına konu edinerek, Tanzimat devriyle Atatürk Türkiye’si arasındaki dönem ve kuşakların geçirdikleri sosyal değişim ve bunalımlarını, yaşayış ve görüş farklarını işledi; düşünce ve teze dayanan özlü eserler verdi.”[7] Yazarın eserlerinde yarattığı kahramanlara baktığımızda Şerif Aktaş’a göre yazarın, “dış dünyaya kapalı, içe dönük”[8] halinin yansımalarını görebiliriz.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun edebi kimliğinin şekillenmesinde etkili olan kaynaklara baktığımızda ise, babasının yazarın ablasına ve kendisine bıraktığı kitapları görebiliriz. “Ayrıca İkbal Hanım’ın Yakup’a okuduğu Ekmekçi Kadın ve Monte Cristo gibi romanlar da Yakup Kadri’nin dünya görüşünün şekillenmesinde önemli rol oynar.”[9] Bunun yanı sıra yazar bir dönem realist yazarlardan da etkilenmiştir. Bu isimlerden bazıları şunlardır; Daudet, Zola, Goncourt, Balzac, Maupassant, Flaubert ve Marcel Proust.  Hatta bir ara Nev-Yunanîlik akımını benimsemiş ve bu düşüncesinin temayülleri bazı eserlerinde kendini göstermiştir. Nev-Yunanîlik akımı, Eski Yunan ve Latin’e duyulan ilgidir. Yakup Kadri, 1912’li yıllarda okuduğu Anatole France’in bir eserindeki mitolojik unsurları anlamak için Eski Yunan mitolojisini öğrenmeye çalışmıştır. Bu noktadan sonra da onun eserlerinde bu akımın izlerini görmek mümkündür. Yazarın Nur Baba ve Sodom ve Gomore adlı eserlerinde Eski Yunan’dan gelen mitolojik unsurlara rastlamak mümkündür.
Nev-Yunanîlik akımını daha ayrıntılı bir biçimde ele almak gerekirse; bu akımın ene önemli iki temsilcisinden biri yukarıda da belirttiğim gibi Yakup Kadri’dir. Diğeri ise; Yahya Kemal Beyatlı’dır. “Türk edebiyatı ve fikir hayatı için eski Yunan ve Latin klasik eserlerini model almaya, Akdeniz havzasında oluşan medeniyetlerden yararlanma düşüncesine dayanan bu hareket, devrin edebiyat ve basın çevrelerinde Nev-Yunanilik şeklinde adlandırılır.”[10] Bu akımın izlerine daha önceki dönemlerde rastlamak da mümkündür. Örneğin; Tevfik Fikret’in Promete adlı şiirinde de Yunan ve Latin sanatının izleri vardır. Ancak, dikkate değer asıl hareketi başlatanlar Yakup Kadri ve Yahya Kemal olmuşlardır. Yahya Kemal yapmak istedikleri yenilikten şu şekilde bahsetmektedir:
“Estetikte, bilhassa lisan estetiğinde süslü ve boyalı Acem bediiyatından sobre ve beyaz olan lisana döneceğiz. Acemin teşbihli ve istiâreli sanatından Yunanın sağlam ve oturaklı cümlesine geçeceğiz. O zamanki müşahedelerimiz de millette bu istidadın bulunduğunu gösteriyor. Nitekim Türk mimarisi böyledir. Onda Yunan çeşnisi vardır.”[11] Yakup Kadri ve Yahya Kemal bu düşüncelerinden dolayı bazı yazarlardan dolayı çok sert eleştirilere uğramışlardır. Özellikle, Ömer Seyfettin ve Celal Sahir onların bu düşüncelerini eserlerinde ağır bir şekilde hicvetmişlerdir.
Yakup Kadri’nin hangi türlerde edebi eserler verdiğine bakacak olursak karşımıza anı, şiir, oyun, roman, öykü, monografi ve makale gibi türler çıkmaktadır. Toplumda yüz göstermeye başlamış olan kültür yozlaşmaları, doğu batı kıyaslaması, dönemin sosyal olaylarının eleştirileri, tekkelerdeki yozlaşmalar onun romanlarında ele aldığı konulardan bazılarıdır. Toplumsal meselelerin yanı sıra, yazarın diplomatlık anılarını anlattığı Zoraki Diplomat adlı anı niteliğinde de bir eseri vardır. Yakup Kadri, topluma ve olaylara kendi açısından bakmaktadır ve bu açı onun romanlarına da yansıtmaktadır. Yazar eserlerinde, bazı düşünce ve fikirlerini yarattığı kahramanlar aracılığıyla açıkça dile getirmektedir. “Yakup Kadri’de, sağlam bir gözlemcilik ve ona dayanan kuvvetli bir realizm vardır. Ancak bu realizm, onun romanlarındaki tarihi olaylar ve sosyal meseleler hakkındaki kendi düşüncelerini belirtmesine de engel değildir.”[12] Hatta bu doğrultuda, onun romanlarında kendinden yola çıkarak yarattığı kahramanların olduğu da söylenebilir. Bu kahramanların iç dünyalarını tanıtmak için de derin bir ruh çözümlemesi yapmaktadır.
Yazarın romanları her ne kadar tenkid ağırlıklı olsa da, içlerinde bir aşk da vardır. Yazar belki de, okuyucuyu yaptığı eleştirilerle fazla sıkmamak adına romanlarına aşk temini de koymuş denebilir.


İREM YILMAZ


[1] Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana çizgileri (1860-1923), İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1995, s.182
[2] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim Yayınları, İstanbul2006, s.200
[3] Şerif Aktaş, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 816, Ankara 1987, s.41
[4] Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana çizgileri (1860-1923), İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1995, s.183
[5] Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana çizgileri (1860-1923), İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1995, s.183
[6] Ali Budak, Fecr-i Âti Devri Edebiyatı (Ders Notları), s.66
[7] Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık Yayınları, İstanbul 2006, s.242
[8] Şerif Aktaş, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 816, Ankara 1987, s.47
[9] Şerif Aktaş, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 816, Ankara 1987, s.21
[10] Talât Sait Halman ( Genel editor), Türk Edebiyatı Tarihi III. Cilt, T.c Turizm ve Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 2007, s.173
[11] Hasan Âli Yücel, Edebiyat Tarihimizden, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 1957, s.256
[12] Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana çizgileri (1860-1923), İnkılâp Kitabevi, İstanbul 1995, s.183

Refik Halid Karay'ın Eserleri

Yazarın eserlerinden bazıları şunlardır:
Başlıca deneme ve fıkraları: Tanıdıklarım (1919), Bir Avuç Saçma (1939), Makyajlı Kadın (1943), Tanrı’ya Şikayet (1944).
Başlıca hikayeleri; 1919 yılında yayımladığı Anadolu insanını anlattığı Memleket Hikayeleri, 1939 yılında Bir İçim Su ve 1940 yılında yazdığı ve memleket hasretini dile getirdiği Gurbet Hikayeleri’dir.
Başlıca romanları; İstanbul’un İç Yüzü (1920), Yezidin Kızı (1939) Ve Aynı Yıl Yazdığı Çete, Sürgün (1941), Anahtar (1947), Bu Bizim Hayatımız (1950), Nilgün Dizisi [Türk Prensesi Nilgün (1950), Mapa Melikesi Nilgün (1950), Nilgün’ün Sonu (1952) ], Yer Altında Dünya Var (1953), Dişi Örümcek (1953),  Bugünün Saraylısı (1953), 2000 Yılın Sevgilisi (1954), İki Cisimli Kadın (1955), Kadınlar Tekkesi (1956), Karlı Dağdaki Ateş (1956), Dört Yapraklı Yonca (1957), Sonuncu Kadeh (1965).

Öncelikle hayatı hakkında bilgi verdiğim, ardından bir eserini incelediğim Refik Halid Karay'ın vefat haberini bakalım gazeteler nasıl yazmış...

 
“REFİK HALİD KARAY DÜN VEFAT ETTİ
Türk edebiyatının tanınmış simalarından Refik Halid Karay dün saat 10’da tedavi edilmekte olduğu Şişli-Sıhhat Yurdu’nda hayata gözlerini yummuştur. Ölümü edebiyatımız için büyük bir kayıp olan 77 yaşındaki merhum Refik Halid Karay’ın cenazesi yarın Şişli Camii’nden kaldırılacaktır.”[1]

“REFİK HALİD VEFAT ETTİ
1888 yılında İstanbul’da doğan ve biri 45, diğeri 32 yaşındaki iki erkek çocuğu babası olan Refik Halid 50 sene önce Türk Edebiyatı’na kazandırdığı Memleket Hikayeleri eseriyle ilk defa Anadolu insanlarını dile getirmiş bir muharrirdi. Son olarak Türkiye Pen Klübü Başkanı olan Refik Halid Karay, barsak kanserinden muzdaripti. Başarılı bir ameliyat geçirmiş, fakat kalp yetersizliğinden dün hakkın rahmetine kavuşmuştur.
Gazetemizde birçok roman ve yazıları yayınlanan merhumun cenazesi yarın Şişli Camii’nden kaldırılacaktır. Yeni İstanbul merhuma Allah’tan mağrifet, ailesine başsağlığı diler.”[2]



[1] Nihat Karaer, Tam Bir Muhalif (Refik Halid Karay), Temel Kitabevi, İstanbul, 1998, s. 126.
[2]Nihat Karaer, Tam Bir Muhalif (Refik Halid Karay), Temel Kitabevi, İstanbul, 1998, s. 127

3 Ocak 2011 Pazartesi

Refik Halid Karay'ın Romanlarından Dişi Örümcek'in İncelemesi

DİŞİ ÖRÜMCEK

0.GİRİŞ:
Refik Halid Karay’ın, Dişi Örümcek[1] adlı eseri 1953 yılında kitap halinde yayımlanmıştır. “Refik Halid Karay, Dişi Örümcek ile birlikte aşk romanlarına yönelir. Daha önce aşkı değişik problemlerin ve çatışmaların içinde vermeyi tercih eden Refik Halid, Dişi Örümcek’te konusu aşk olan bir roman kaleme alır.” [2]Eserde; Nurper adındaki kahramanın kocasının işi dolayısıyla Suriye’ye gelişi ve burada yaşadıkları konu edilmektedir.
Bu araştırma boyunca önce eserin özeti verilecek, daha sonra eser içerik açısından ve teknik açıdan incelenecektir.

1.KISA ÖZET:
            Suriye’deki Türk konsolosluğuna katip olarak atanan Sadun ve ailesini karşılamak için viskonsül Hayri Bey ve kavas Ebu Ali iskeleye gider. Daha sonra bu aile, sahibi Hristiyan olan Peltekyan oteline yerleştirilir. Sadun “iyi bir aileye mensup”, “eski usul terbiye kurallarını bilen” biridir.  Karısı Nurper ise, ilk bakışta kavasta ve viskonsülde “dalgın, dertli, utangaç”[3] bir kadın izlenimi bırakır. Ama zamanla bu imaj silinir ve kadına olan bakışlar değişir. Çünkü Suriye’ye geldiklerinin daha ikinci günü bir parkta viskonsül Hayri Bey, Nurper ve park müfettişi Câsim’i pek samimi bir şekilde konuşurken görür. Dün gece pek “süklüm püklüm”[4] bir vaziyette gördüğü kadının bu “serbest tavırlarını” yadırgar ve kadına bir kin beslemeye başlar. Karşılaştığı bu manzara, onun kadınlar hakkındaki düşünceleri haklı çıkartır. Zira kadın, Hayati Bey’in en korktuğu şeylerden biridir. O, “aldatılmış bir koca olmaya tahammül edemeyeceğini söyler.”[5] Zaten bu yüzden de, elli üç yaşında olduğu halde hiç evlenmemiştir. Nurper ise, henüz yirmi altı yaşında olduğu halde üç kez evlenmiş ve iki çocuk sahibidir.
            Nurper çok kısa zamanda kavaslardan şoföre, park müfettişinden konsolosa kadar pek çok erkeği kendisine aşık etmeyi başarır. Bir tek viskonsül Hayati Bey (ki o da romanın başlarında) kendisine aşık olmaz. Nurper düzenlenen bütün davetlere, yemeklere, içkili eğlencelere başmisafir olarak katılır. Bütün erkekler onunla yakınlık kurmak peşindedir. O ise, belirli bir haddeye kadar erkelere yüz verse de daha sonraları kendini geri çeker ve bu tavrı da kendisine aşık olan erkekleri çıldırtır. Çünkü o kendisini “namuslu kadın”[6] olarak tanımlar.
Nurper, kısa zaman içinde büyük değişim geçirir. Giyim kuşamı, konuşmaları, tavırları tamamen değişir, “modern bir hanımefendi”[7] olur. Kendisine aşık olanların sayısı ise günden güne artar. Fakat o, başlarda aşık olduğunu söylediği Câsim’e bile artık yüz vermez. Tek isteği kocası Sadun’dan boşanıp Viskonsül Hayati Bey ile evlenmektir. Başlarda Nurper’den nefret eden, onu bir “sürtük”[8], “kenar mahalle dilberi”[9], “hafifmeşrep”[10] olarak gören Hayati Bey de zamanla onun çekimine girer. Nurper’in hakkında çıkarılan her “dedikoduya” başlar da kızsa da sonraları Nurper’e hak vermekten kendini alamaz olur. Hayati Bey’e göre; “Dört başı mamur ile kadınlarından bazısının hiç neden, ihtiyaç yokken işledikleri suçların yanında Nurper’inki devede kulak… Zemzemle yıkanmış!”[11] “Asıl hayâsızlık erkeklerde! Irz düşmanı, aile namusuna sygı duygusundan yoksun, şehvet düşkünü heriflerde!”dir. Bu yüzden Hayati Bey Nurper’in bütün yaptıklarına göz yumar, çünkü onu sevmektedir. Ona “artık Nurper’i o bayağılıkları ile kabul etmekten başka yol kalmamıştı.”[12]
            Neticede Nurper’in Suriye’ye gelişinden sekiz ay sonra, Hayati Bey ile Nurper evlenir. Ve roman bu şekilde son bulur.

2. İÇERİK VE TEKNİK AÇISINDAN İNCELEME:
Romanı içerik açısından inceleyecek olursak; romanın yazıldığı yıllarda kadının toplumdaki yeri, toplum yaşayışı, dönemin memuriyet anlayışı gibi çeşitli konular karşımıza çıkmaktadır. Yazar kadına bakışı, romanda Nurper üzerinde göstermektedir. İlk geldiğinde insanlar üzerinde nasıl bir intiba bıraktığına değinmiştim. Fakat giyiniş tarzı, konuşma üslubu, tavırları değişince insanların ona olan bakışı da değişmektedir. İnsanlar artık onu bir “kenar mahalle dilberi” olarak değil, “modern bir hanımefendi” olarak görmeye başlamıştır. Bunda, Nurper’in insanlara kendisini hep olduğundan farklı gösterme çabası da etkili olmuştur. Bunun nedenini de eserde şöyle verilmektedir:
“Masum, dertli, biçare bir kadın görüneceğim. Erkekler bundan pek hoşlanırlar; ortaya bir laf çıkınca da müdafaa ederler. ‘Öyle kadın değil, kendi halinde, pısırığın biri…’ derler.”[13]
Birçok erkeği kendisine aşık etse de, evli olduğu halde akşamları erkeklerle içki meclislerinde ve partilerde gezse de, önce yüz verip daha sonra erkekleri biçare şekilde bırakıp birçok yuvayı yıksa da üstelik bütün bu yaptıkları dillerde dolaşsa da o insanlarda bıraktığı bu intiba ile her şeyden sıyrılmanın bir yolunu bulmuştur. Hatta, sonunda insanlar ona hak vermektedirler. Bu durum romanda Hayati Bey’in ağzından şu şekilde dile getirilmektedir: “Kadındaki cazibe öylesine kuvvetliydi ki ne zarar görürse görsün kimse kin tutmuyordu. Hatta zarar gördüğü oranda bağlanıyordu.”[14] Hayati Bey de ilk başlarda olayların tek sorumlusu olarak Nurper’i görse de daha sonraları bu fikrini değiştirmektedir. Romanda Nurper’in temsil ettiği kadın tipi kocasından bağımsız bir bireydir. Sadece parasal anlamda eşine bağımlıdır. Örneğin; Nurper, katip olan eşinin kazandığı parayı kumarda harcaması üzerine eski kocasının yardımıyla rahat bir hayat sürmektedir. Viskonsül Hayati Bey ile evlenmeye karar vermesinde etkili olan sebeplerden en önemlisi de, Hayati Bey’in maaşının iyi olmasıdır.
Tek değişen, kadının toplumdaki yeri değildir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra toplumda pek çok şey değişmiştir. Yazar, kadınların erkeklere oranla daha çabuk Batılılaştığını da Nurper’in ağzından şöyle dile getirilmektedir: “Erkekler bir türlü modernleşemiyor; kadınlar yeniliği daha çabuk, daha iyi kavradılar… Bizim Samatya’daki delikanlılar vallahi daha modern kafalıdırlar.”[15] Ayrıca eserde değişen ahlak kuralları ve adetler de eleştirilmektedir. Evli erkeklerin bir kadın uğruna yuvalarını yıkmaları ağır bir şekilde tenkid edilmektedir. Ayrıca yazar, değişen adetlerden el sıkmayı da şu şekilde anlatmaktadır: “ Bu da toplumun el sıkma kabul edileli beri pek işine yarayan bir işaretleşme usulü! Eskiden göz kaşla yaptıklarını şimdi ellere ve parmaklara bıraktılar (…)”[16]
Üzerinde durulan bir diğer önemli unsur ise; çıkar üzerine kurulmuş memuriyet sistemidir. Romanda, memuriyet içindeki önemli atamalarda torpil yapıldığı üzerinde durulmaktadır. Arkasında önemli bir tanıdığı olanlar bütün işlerini halledebilmektedir. Örneğin; Konsolos Bahtiyar Bey, milletvekili olmak istemiştir ve bunu hatırı sayılır dostlarının yardımıyla yapmaya çalışmaktadır. Zaten, konsolosluk görevini de Hayati Bey’e göre “haksızca”[17] elde etmiştir. Yine aynı şekilde, Sadun da Suriye’deki katiplik görevini yüksek makamlardaki bir tanıdığı vasıtasıyla ayarlamıştır. Romanda dikkati çeken bir diğer nokta ise; din konusudur. Yazar, birkaç yerde Hristiyanlara-dair daha doğrusu Müslüman olmayanlara dair-düşüncelerini okuyucuya vermektedir. Bunun en çarpıcı örneğini Nurper’in şu sözlerinde görebilmekteyiz:
“Ben dini bütün Müslüman kızıyım. Kırk yıl erkeksiz kalsam, ekmek parası bulamasam, yine de Hristiyan’a minnet etmem, yüzüme baksa içim gıcıklanır… Milyoner bir Amerikan subayı çıksa da alayım seni dese alimallah kabul etmem. Kabul edenlerin midesizliğine şaşarım.”[18]
Ayrıca bir yerde de, Müslüman ve gayri Müslim birinin evlenmesinin güçlüğünden bahsedilmektedir. Bu durumda evliliğin gerçekleşmesinin tek yolu olarak, gayrimüslim erkeğin Müslüman olması gösterilmektedir. Yazar, bunun dışında toplumda çıkan dedikoduların da Hristiyanlar tarafından çıkarıldığını söylemektedir.
Esere teknik açıdan bakacak olursak; yazar, eseri üçüncü tekil şahıs her şeyi bilen anlatıcıyla kaleme almıştır. Bunun yanı sıra, kahramanlar kendi haklarında okuyucuya bilgi vermektedirler. Refik Halit’in kullandığı dil hakkında Nevzat Gözaydın şunları söylemektedir: “Refik Halid Karay kaleme aldığı eserlerinde zamanın Türkçesini içinden geldiği gibi kullanmış, kelimelerle ve cümle kuruluşlarıyla veya deyimlerle bir dil sihirbazı gibi oynayıp onlarla bambaşka bir dünyayı okuyuculara sunarken hiçbir ön yargı ve art niyet taşımamıştır. Bundan dolayı onun eserlerini okuyan herkes, hangi öğretim düzeyinde olursa olsun, kendine bir pay çıkarmış, onun çizdiği renkli dünyalarda yorgun beden ve ruhlarını bir parça dinlendirebilmek için biraz soluklanıp zevk almaya çalışmıştır.”[19] Gerçekten de yazarın eserini vücuda getirirken kullandığı dile baktığımızda, ne kadar kolay ve anlaşılır olduğunu görmekteyiz. Ayrıca, günlük dilde kullandığımız pek çok atasözü ve deyime de bu romanda rastlamak mümkündür. Örneğin; “tereciye tere satmak”[20], “pot kırmak”[21], “dral dedenin düdüğü gibi ortada kalmak”[22], “sen kokoz, ben kokoz, başımıza bir hotoz”[23], “iki çıplak bir hamama yakışır.”[24]. Yazarın üslupta benimsediği bu yol onun eserini daha samimi kılmasında yardımcı olmuştur.
Yazarın üslubunda dikkatimi çeken son nokta ise; yararlandığı mitolojik olaylardır. Romanda iki yerde karşılaştığım bu öğeler; H.z. Yusuf Kıssası ve Zaloğlu Rüstem’dir. Yazar, Hayati Bey’in Natali Hanımın evinden Nurper’e yakalanmadan çıkmak isteyişi sırasında çektiği sıkıntılarla H.z. Yusuf’un kardeşleri tarafından atıldığı kuyudan çıkmak isteyişi arasında bir bağlantı kurmaktadır. Bunun dışında, Nurper’in aşkından dolayı hastalanıp günden güne bitap düşen Kavas Ebu Ali de fiziki görüntüsünden dolayı diğer kavas Ebu Kasım ile kıyaslandığında yazar Ebu Kasım’ı: “Vücut ve çehre züğürdü Ebu Kasım onun yanında Zaloğlu Rüstem sayılabilirdi”[25] diyerek anlatmaktadır.

3.SONUÇ:
Sonuç olarak Refik Halid Karay’ın Dişi Örümcek adlı bu romanını içerik yönünden ve teknik yönden ele aldığımızda pek çok unsur karşımıza çıkmaktadır. Yukarıda da söz ettiğim gibi yazar, dönemin kadına bakışını, memuriyet anlayışı, toplum yaşayışı, dine bakış açısı gibi çeşitli konulardan bu eserinde bahsetmiştir. Eserin genelinde aşk temi hâkim olsa da yazar satır aralarında bu meselelere de değinmeden edememiştir. Yazarın üslubuna baktığımızda ise, oldukça anlaşılır bir dilde eserini yazdığını ve hem mitolojik öğelerle hem sözlü geleneğin önemli unsurlarından olan atasözleri ve deyimlerle anlatımını kuvvetlendirdiğini söyleyebiliriz.


İREM YILMAZ



[1]Refik Halid Karay, Dişi Örümcek,
  Refik Halid Karay, Dişi Örümcek, İnkılâp Kitabevi, 2003, ( İnceleme boyunca,  bu eserden alıntı yapılacaktır.)
[2] Talat Sait Halman(genel editör), Türk Edebiyatı Tarihi cilt 4, T.c Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.235
[3] Karay, a.g.e 10.
[4] Karay, a.g.e 24
[5] Karay, a.g.e 24, 25.
[6] Karay, a.g.e 227.
[7] Karay, a.g.e 148.
[8] Karay, a.g.e 171.
[9] Karay, a.g.e 185
[10] Karay, a.g.e 284.
[11] Karay, a.g.e 277.
[12] Karay, a.g.e 290.
[13] Karay, a.g.e 127.
[14] Karay, a.g.e 296.
[15] Karay, a.g.e 234.
[16] Karay, a.g.e 262.
[17] Karay, a.g.e 227.
[18] Karay, a.g.e 129.
[19] Nevzat Gözaydın, “Refik Halid Karay ve Dilde Sadeleşme, Türk Dili, 483. sayı, Mart, s. 805-814.
[20] A.g.e 297
[21] A.g.e 269
[22] A.g.e 263
[23] A.g.e. 224
[24] A.g.e  224
[25] A.g.e 172.